3 Haziran 2007 Pazar

İkinci Perde - On Birinci Bölüm

Bölüm 11: Revenio(1)

Orhan Bey banka müdürüyle görüşmesi bittiğinde üzerinden büyük bir yükün kalktığını hissetti. Kendini binanın dışına attığında batmak olan güneşi fark edip oldukça şaşırdı. Refleksle kolundaki saatine baktığında saatin beklediğinden çok daha geç olduğunu gördü. Bir saate kadar güneşin tamamen batmış olacağını düşündü ve öngördüğünden çok uzun süren toplantı yüzünden Feryal Hanım’a telefon etmesinin hayrına olacağına karar verdi. Akşama dışarıda yemek yeme planı yapmışlardı. Eve uğramadan yemek yiyecekleri yerde buluşmanın daha iyi olacağını karısına söylemesi gerekiyordu.

Kaç defa babasını aradığını bilmiyordu. Gerekli olan kredi için babasının görüşmesinin bitmesini bekliyordu. Orhan Bey’in onu araması gerekiyordu ama toplantının başlaması gereken saatten bir saat sonra babasından ses çıkmayınca telefona sarılmaktan kendini alamamıştı. Kapalı olan telefon belki de görüşmenin henüz bitmediğini söylüyordu ama beklemek istemiyor, sonucun ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Her beş dakikada bir telefona sarılıp durdukça Serkan ona beklemesini söylüyordu. Ne var ki Sarp dostunun telkinlerini duymuyordu bile.

Dördüncü aramadan sonra Serkan çabasının anlamsız olduğunu anlamıştı. Yapabileceği en akıllıca işin, otelin restoranına inmeyi teklif etmek olduğunu düşünmüştü. Bütün gün boyunca onları bekleyen bir iş yoktu. Top Orhan Bey’deydi. Onun kredi anlaşmasını yapıp yapamayacağını beklemekten başka çareleri yoktu. Kayınpederinin ikna kabiliyetine güvenmek zorundaydılar. Geç kahvaltı ederken bile Sarp sektirmeden babasını aramaya devim ediyordu ve işin gerçeği Serkan da artık meraklanmaya başlamıştı.

Sarp, “Niye telefonunu açmıyor?” diye sorduğunda Serkan’ın bir cevabı yoktu buna. Haber geciktikçe bunun hayra mı alamet olduğuna emin olamıyordu. “Bilemiyorum, Sarp!” dediğinde sesindeki tereddüdü gizleyemiyordu. İşin açıkçası kredi anlaşmamasının olmaması seçeneğini düşünmek bile istemiyordu. Tekrardan yaşamak zorunda kalacakları baş ağrıları ve uykusuz geceler gözünü korkutuyordu. Sarp bir kez daha telefonunun arama tuşuna bastığında yüzündeki sıkıntı umuda dönüştü ve “çalıyor” dediğinde Serkan’ın da yüzü aydınlandı. Sarp’ın tek kelimelik sözleri ile geçen telefon konuşmasından bir anlam çıkarmaya çalışıyordu lakin somut bir şey elde edebildiğini söylemek güçtü. İşin kötü tarafı kankasının yüzündeki ciddiyet telaşlanmasına sebep oluyordu. “Anlıyorum”larla dolu konuşma bittiğinde beklentiyle baktı Sarp’ın yüzüne.

Sarp geriye yaslanırken derin bir nefes aldı ve aldığı nefesle yanaklarını balon gibi şişirdi. Yavaşça nefesini verirken geçen süre Serkan’a bir ömür gibi geldi. Sarp merakla bir açıklama bekleyen Serkan’ın gözlerine baktı ve yüzünü manidar bir gülümseme kapladı. “Krediyi aldık!” sözleri Serkan’a kaybetmenin ucuna geldiği umudu yeniden kazandırdı. “Krediyi aldık.” diye tekrarladı dostunun kendisine söylediği sözü. Sonra iki dost gülümsediler. Yıllar öncesinde, ikisi de gençliğe yeni adım attıkları zaman, Antalya’daki yazlıkta geçirdikleri günkü gibi birbirlerine gülümsediler. Bir işi başarmış olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Geleceğe mektup yazıp Sarplar’ın yazlığındaki ağacın dibine gömdükleri zamanda olduğu gibi mutluydular. Anlaşmışçasına ikisi de ayağa kalktı ve Antalya’daki yazlığın bahçesindeki ağacın dibinde yaptıkları birbirlerine sarıldılar. Sarılırken sevinçleri kahkahaya dönüştü. Restorandakilerin bakışlarına aldırmıyorlardı bile. Onlara bakmakta olan diğer müşterilere dönüp “We made it! We had the credit deal!(2) diye seslendiler. Müşterilerin birçoğu önlerindeki içkileri onların şerefine kaldırdığında tebrik ifadeleri duyuluyordu. İki dost da önlerindeki içecekleri kaldırarak teşekkür etti.

Sarp önündeki tatlıdan bir kaşık aldıktan sonra “Sana Kıbrıs yolu göründü.” dedi. Serkan da aynı şeyi düşünüyordu. Bundan sonrası daha kolay olacaktı ama kesinlikle yapılacak işler azalmamıştı. Kıbrıs’taki şirketin çoğunluk hissesini almak için gereken anlaşmanın hazırlanması gerekecekti. Gerisinin daha kolay olduğunu düşünürken Sarp’a başını sallayarak cevap verdi.

……

Ekin kütüphanede aradığını bulmanın verdiği mutlulukla elindeki fotokopileri düzeltmeye çalışıyordu. O dalgınlıkla kapıdan çıkarken önündeki kişiyi fark etmedi bile. İçeri girmeye çalışan kişi de onun fark etmeyince çarpışma kaçınılmaz oldu. Özür dileyen sesin kime ait olduğunu fark eden Ekin başını kaldırdığında Serpil’le burun buruna geldi. Serpil de çarpıştığı kişinin Ekin olduğunu ancak fark edince dondu kaldı. Yaşadıkları üzücü olaydan sonra kendini sorumlu hissetmekten kurtulamıyordu. Bunda da Ekin’in payı azımsanacak boyutta değildi.

Serpil ne yapacağını bilemiyordu. Konuşmaya kalkışmak istese de Ekin defalarca onu dinlemeyeceğini dile getirdiği için kararsızlık içinde oracıkta duruyordu. Ekin de hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği biriyle karşılaştığı için şaşkındı. Serpil’in son bir kez daha mırıltıyla “özür dilerim” demesinden sonra kütüphaneye girmeye hazırlandığını görünce ani bir kararla ona durması için seslendi. Serpil olduğu yerde dondu. Yavaşça arkasında kalmış olan Ekin’e doğru döndü.

“Vaktin var mı? Kantinde birkaç dakika oturup konuşmak ister misin?” diye sordu Ekin. Serpil kararsızca da olsa kabul ettiğinde Ekin oldukça sevindi. Serpil’i kararsızlık yaşıyor olduğu için suçlayamıyordu. Ne de olsa onun konuşma isteğini defalarca geri çeviren kendisi olmuştu.

Kantinde boş bir masa bulup oturduktan sonra Ekin dinlemeyi reddettiği için Serpil’den özür diledi ve eğer çok değilse arkadaşını dinleyeceğini söyledi. Serpil de olanları ve nedenlerini anlattı. Sözlerini de “Artık Erdem’le görüşmüyorum. Onun yaptıklarına katlanmayı bıraktım ve üzerimdeki yükü attım.” diyerek bitirdi.

“Seni dinlemediğim için tekrar özür dilerim. Suçlayacak birilerini arıyordum ve ne yazık ki sen de hedeflerden biriydin. Belki de en az suçu olan sen olduğun halde… Yaşananları geride bırakabilecek miyiz, bilmiyorum. Bildiğim, bırakabilmeyi çok istiyorum. Mezuniyet törenine küs olarak girmemizi istemiyorum, Serpil.”

“Ben sana hiç küsmedim ki, Ekin. Beni dinlememiş olman biraz kırılmama sebep olsa bile sana hiç küsemedim. Hatta…” diye devam etti gergin bir şekilde gülerek, “…senin için yıllık yazısı bile yazmıştım.”

“Yıllık yazısı…” Ekin utangaç bir şekilde devam etti. “Ben sana yazmadım ama yazmayı çok isterim. İstersen, tabii ki…”

“İstemez olur muyum, Ekin? Sen bu okuldaki tek gerçek arkadaşımsın.”

İki kadın kaybettikleri günleri telafi etmeye çalışırken Serpil’in kütüphaneye gitmek üzere olduğu unutulmuştu bile.

……

“Doktor, eğer böyle bir şeyi hak eden biri varsa o da sensin. Senin adına çok sevindim. Üzüntüm senden uzakta olacak olmamız.”

“İnan bana, Feyzo Baba, gerçekten özleyeceğim insanlardan birisi kesinlikle sensin. Türkiye’ye geldiğimde pişmanlık ya da üzüntü yaşamıyordum. Rahmetli annem yanımda oldukça üzülmem söz konusu değildi. Geri gitmeyi ve Amerika’dayken düşündüğüm kariyerin peşinde koşmayı aklıma getirmedim bile. Ancak annemin mektubu önüme çıkan teklifi yeniden düşünmemi şart koştu. Berna olmasaydı yine de kabul etmezdim ama sevgili karımı bilirsin, aklına bir şeyi koyduğu zaman tersine ikna etmek imkânsızdır.”

“Ha, şunu bileydin!” diye söze girdi kebapçıdaki masada baş başa oturan iki adamın yanına yaklaşırken. “Bensiz ne kaynatıyorsunuz da aklıma koyduğum bir şeyin tersine ikna etmenin zor olduğunu söyleme gereği hissettiniz?” Mehmet karısına gülümsedikten sonra o gelmeden önce neden bahsettiklerini kısaca anlattı.

“İşin gerçeği, daha evlenmeden önce aklımdan geçen Amerika’da yarım kalmış bir işinin olduğuydu. Şimdi olansa yarım kalmış işini tamamlama şansı…”

“İyi diyorsun da, Berna kızım, çok uzakta olacaksınız. Benim tek üzüntüm odur.”

Mehmet başını çevirip birilerini bakışlarıyla arar gibi yaptı. “Yelda nerede? O da burada olacaktı sanıyordum.” diye sorduğunda Berna, Yelda’nın birazdan geleceğini haber verdi. Kebapçının açılan kapısına hepsi dönüp baktığında gelenin Ekin olduğunu gördüler. Ekin gözleriyle masaları tarayıp aradığı grubu bulunca onlara doğru yürümeye başladı. Onların olduğu masanın yanına vardığında “Kusura bakmayın, geciktim.” deyip gecikme sebebini üstünkörü açıkladı ve Yelda’nın nerede olduğunu sordu.

“Biz de tam onun birazdan geleceğini konuşuyorduk ama sen ondan önce geldin, canım.” diye cevap verdi Berna. Ekin o sırada Mehmet’in oturduğu yerin yanındaki boş olan sandalyeye oturdu. O anda Berna’nın telefonu çalmaya başladı. Oldukça kısa süren bir konuşmadan sonra Berna masanın etrafındakilere Yelda’nın evden çıkmak üzere olduğunu, dolayısıyla gecikeceğini söyledi. Ardından da Yelda’nın onsuz yemeğe başlayabileceklerini söylediğini ekledi. Ne var ki herkes bekleme taraftarıydı.

Yelda’yı bekleyen grup muhabbete başladıktan sonra Feyzo Baba mutfağa aldıkları yeni fırının özelliklerinden bahsetmeye başlayınca Berna’nın merakı arttı ve Feyzo Baba’ya fırını görmek istediğini söyledi. Onlar mutfağa gidince yalnız kalan Ekin ile Mehmet kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı.

“Nasılsın Ekin? Sarp’tan haber almaya başlamışsın diye duydum. Sonunda yaptığı çocukluğun farkına varmaya başladı beyzademiz, anlaşılan!”

“Her seferinde bu kadar iğneleyici mi olmak zorundasın?”

“Değilim ama Sarp’ın bazı davranışları beni iğneleyici olmaya zorluyor. Kabul etmelisin, Ekin, bu yaptığı kaçıp gitmekti. Olanlardan sonra kaçmak gibi bir huyu var. Kaldı ki yaşadığınız olay onun abarttığı kadar da büyütülecek bir olay değil. Bazen onun büyüyemediğini düşünüyorum.”

“Belki dışarıdan küçük bir olay gibi geliyor ama bence onun kaçıp gitmesi tek bir sebebe bağlı değildi. Kendimi biraz toparlayabildikten sonra bu konu üzerinde çok düşündüm. Hele ki telefonda konuşmaya başladığımız şu haftalarda daha iyi anladım ki onun kendiyle yüzleşmeye ihtiyacı vardı.”

Mehmet, Ekin’in söyledikleri üzerine düşündükten sonra “Haklı olabilirsin.” diye söze başladı. “Amerika’da onunla konuştuğum zaman aklımdan geçen bir şey vardı. Bence onun yüzleşmeye zorlandığı seni kaybedebileceği gerçeğiydi. İşin açıkçası onu sevmeyebileceğini düşünmek en zor geleniydi sanırım. Benim için olurdu… Eğer benzer durum benimle Berna arasında geçseydi...”

“Sen nasılsın, bu arada? Bir süredir görüşemedik. Berna daha iyi olduğunu, çok daha iyi olduğunu söylüyor. Gerçekten de daha toparlanmış görünüyorsun.”

“Bu kadar sürede ne kadar toparlanabilirse…”

“Annenle göründüğünden çok daha yakındın sanırım…” Mehmet gülümsemekten alamadı kendini. “Aldığın eğitimi test etmeye başladın anlaşılan.” diye karşılık verdi. Ekin şaşırmıştı. “Nasıl yani?” diye sorduğunda Mehmet’in biraz daha açıklama yapmasını bekliyordu.

“Psikolojik Rehberlik ve Danışmanlık! Mesleğin bu olacak ya, sanırım ne kadar iyi bir terapist olacağını anlamaya çalışıyorsun. Analiz etmeye başlamadan önce uygun soruları sormaya çabalıyorsun.”

“Eğer o şekilde göründüyse özür dilerim.”

“Dileme… Kompliman olarak söylemiştim. Bence işinde daha iyi olmanın bir yolu da sürekli olarak etrafında gelişen olayları mesleki bakışla da süzmekten geçiyor. Doktorlar ve terapistler bir anlamda dedektifler gibidir. Önlerindeki ipuçlarını, özellikle de küçük ipuçlarını görebilmeliler. Bana çok şey öğretmiş hocamın bana ilk öğrettiği buydu. Satır aralarını okumamız gerektiğini söylemişti. Sen de bunu yapıyorsun sanırım.”

“Öyle diyorsan…” Ekin’in sözüne hafifçe gülerek karşılık verdi Mehmet. “Bu kadar laftan sonra asıl sorduğun ve sormak istediğin soruya cevap vereyim. Evet, annem benim için çok önemliydi. Aldığım kararları ona göre alacak kadar önemliydi. Bunun sebebi de psikologların bayılacağı bir nedene dayanıyordu. Küçüklüğümden gençliğime kadar maruz kaldığımız aile içi şiddet. Psikiyatr arkadaşımın zaman zaman bana söylediği gibi o günlerde yaşadıklarım anneme bağlanmama sebep oldu. Onu koruma içgüdüsü tüm hayatımı yönlendiren bir unsur oldu. Daha da önemlisi, o unsurun ölümüyle de ikimiz de rahat bir nefes aldık.”

“Unsurun ölümü?” Mehmet’in yüzünde acı bir gülümseme belirdi ve “Evet, o unsurun ölümü… Bu da sana aradığın cevabı vermiş olmalı.” Ekin başını salladı.

Berna ve Feyzo Baba geri döndüklerinde Mehmet ile Ekin sessizliğe bürünmüşlerdi. Berna, “Yelda az önce gelmiş, arabasını park ediyormuş. Birazdan burada olur.” diye açıklama yapıyordu ki içeriye Yelda girdi. “…demeye kalmadı beklenen kişide teşrif etti.” diye devam etti Berna. Yelda geç kaldığı için özür dilerken kendisine ayrılmış yere oturdu.

“Serkan aradı. Amerika’daki işi bitmiş. Dediğine göre gereken anlaşmayı imzalamışlar. Serkan’ın Kıbrıs’a gitmesi gerekiyormuş. Anlaşılan bundan sonrası son imzaları atmak…” Ekin duyduğu haber karşısında heyecanlanmaktan kendini alamadı. Bunun ne anlama geldiğini düşündüğünde kaçınılmaz olarak heyecanlanıyordu. “Belki de…” diye aklından geçirdi. Belki de Sarp da geri gelecekti. Uzun zamandır onu acılara iten bu ayrılık son bulacaktı. Umutlanmaktan korkmasına rağmen yine heyecan kıvılcımları umut ateşini yakıyordu.

“E e, hepimiz burada olduğuna göre bu gecenin düzenleyicileri neden toplandığımızı açıklayacaklar mı?” diye sordu Yelda. “Size vermemiz gereken bir haber var.” diye söze başladı Berna. Yelda heyecanla “Yoksa hamile misin?” diye sorduğunda Berna ile Mehmet gülmekten alamadı kendilerini. Mehmet, “Hayır, Berna hamile değil.” diye söze girdi ve Amerika’da, Baltimore’da bulunan hastaneden aldığı iş teklifini kabul ettiğini anlatmaya başladı. Hem Yelda, hem de Ekin oldukça şaşırmıştı. Haberin etkisi üzerlerine çökmeye başladıkça sorular da arkası arkasına gelmeye başladı. “Neden” ve “Nasıl” sorularını sabırla cevaplamaya başladılar. “Ama neden, burada mutlu değil miydiniz?” diye sordu Ekin. Sesindeki üzüntüyü fark etmemek imkânsızdı. Dostlarının uzaklara gidiyor olması boğazının düğümlenmesine sebep oluyordu.

“Sanırım bu soruyu ben cevaplasam iyi olacak.” diye söze başladı Berna. “Daha önce de söylediğimiz gibi, Mehmet’in aldığı teklif çok iyi bir teklif. Ücret de çok iyi ama sanırım asıl sebep bunların dışında. Evlenmeden önce bana neden Amerika’dan geri geldiğini anlattığında onun yarım kalmış bir işi olduğunu düşünmüştüm. Seneler önce aklımdan geçen o düşünce sanırım bilinçaltımda yer etmiş. Aldığı teklifi bana söylediğinde kabul etmesi gerektiğini düşündüm. Her ne kadar burada kalmamızın sorun olmayacağını, hiç pişmanlık duymadan teklifi geri çevirebileceğini söylese de oraya gitmemiz gerektiğini biliyordum.” Mehmet karısının anlattıklarını merakla dinliyordu. Son sözleri söylerken karısının elini tutmaktan kendini alamamıştı. Karısının elini tutarak onu sevdiğini söylemek istediğini anlamışçasına Berna da kocasının elini sıkarak karşılık vermişti. Sessizce “Ben de seni seviyorum.” demişti.

“Kaldı ki, sevgili dostlar, belki uzakta olacağız ama buraya da gelmemiz gerekecek. Hastane yönetimine aldığım teklifi kabul etmeyi düşündüğümü haber verdiğimde alternatifler üzerinde konuşmaya başladık ve arada sırada buraya gelip hastalarımla ilgilenmemi mümkün kılacak bir sistem üzerinde konuştuk. Bana teklifi yapan hocam da eğer onun teklifini kabul etmemin tek yolu bu olacaksa şartlarımı kabul edeceğini söyledi. En azında bir süre bu sistemin nasıl işlediğini görme konusunda anlaşmaya vardık. Tahminimce senenin birkaç ayını burada geçireceğim. Sene de iki ay, belki de üç ay İstanbul’da olacağım.”

“Ya sen ne yapacaksın, Berna?” diye sordu Ekin. Yelda da aynı konuyu merak ediyordu.

“İşin açıkçası henüz ne yapacağımı bilmiyorum. Yelda ile oturup bir plan yapmamız gerekecek. Onu yüzüstü bırakmak istemiyorum. Bilemiyorum, belki hisselerimi satın almak isteyebilir. Ancak tek seçenek bu olmayabilir. Ben ayrılsam bile Feyzo Baba var. Onun da Yelda’nın yanında olacağını bilmek beni rahatlatıyor.”

“Kızım, benim etim ne, budum ne? Seninle ben aynı mıyız?” diye karşı çıktı Feyzo Baba. “Konu senin katkın değil, Feyzo Baba.” diye söze karıştı Yelda. “Senin bu kebapçıda ne kadar güzel bir iş çıkardığını gördük. Biz bile kafeyi açtığımızda işleri bu kadar kısa sürede oturtamamıştık. Benim takıldığım nokta bizim harika bir takım olduğumuz. Bunun bozulmasını istemiyorum. Benim üzüntüm bu.” diyerek de sözünü tamamladı.

“O zaman takımı bozmayın.” diye öneride bulundu Mehmet. Herkes “Nasıl” dercesine ona baktığında ise devam etti.

“Eğer bu ortaklık bir takımsa Berna Amerika’dayken de devam edebilirsiniz. Demek istediğim, neden bir şubenizi de orada açmayı düşünmüyorsunuz?” Yemek masasında ortaya atılan bu öneri üzerinde düşünen ortakların aklına yatar gibi oluyordu teklif. Yemekler servis edilmeye başladığında konu bu fikrin nasıl olgunlaştırılabileceği olmuştu. Gece sona erdiğinde değişen şartlara uyum sağlamanın yolu bulunduğu için herkes biraz daha huzurluydu ama yine de iki dostun uzaklara gidiyor oluşu bu huzurun buruk olmasına sebep oluyordu.

……

Gece yarısını geçen bir vakitte eve varan Ekin üzerini değiştirirken belki de yüzüncü defa çalmayan telefonuna baktı. Yemekte aldığı haberin ardından çalmasını istediği ama çalmayan telefon moralini bozmaya başlamıştı. Üzerini değiştirdikten sonra telefonunu eline aldı ve arayan olmadığını bildiği halde tekrar ekranda cevapsız çağrı ibaresi olup olmadığına baktı. Hayal kırıklığı ile boş evde etrafına bakındığında gözü “la notası” posterine takıldı. Kocasının yokluğunu daha da bir hissettirdi duvarda asılı olan poster. Elinde telefonu yatak odasına gitti ve telefonuyla yatağa girip sıkıntılı bir uykuya daldı.

……

Mehmet hastaneye vardıktan sonra bir süredir kapalı kalan odasının kapısını açtığında kendini garip hissetmişti. Senelerini geçirdiği odadaki eşyalarını toplamaya geldiğinde bu hastaneye sandığından daha fazla bağlandığını fark etti. Sinir sistemini gösteren postere baktığında kararsızlık yaşadı. O poster odasına astığı ilk poster olmuştu. Kısa bir kararsızlıktan sonra o posteri yerinde bırakmaya karar verdi. Belki de bilinçaltı geride küçük de olsa bir iz bırakmak istiyordu. Masasının üzerinde duran Berna’nın ve annesinin resimlerinin bulunduğu iki fotoğraf çerçevesini yanında getirdiği kutunun içine yavaşça koydu. Masasının çekmecesinde yer alan birkaç parça kişisel eşyayı almak için uzandı. Başını kaldırdığında açık olan kapının eşiğinde onu sessizce izleyen Aylin Hemşire’yi gördü. Senelerce onun gazabına katlanmış, çıkardığı her zorluğa göğüs germiş hemşiresinin gözlerinin yaşlı olduğunu görünce içi burkuldu. Başlarda tecrübesiz, ürkek bir acemiyken geçen zamanla işinin ehli biri haline gelerek saygısını kazanmıştı.

Aylin’in yanına yaklaşıp “Hey! Sulugözlü olmana ne kadar laf ettiğimi biliyorsun, değil mi?” diye sordu. Ses tonu hassastı. “Biliyorum, Mehmet Bey ama bugün ne düşündüğünüzü umursamıyorum.” diye cevap verdi Aylin.

“Mehmet Bey, ha? ‘Bey’i geride bırakalı seneler oldu diye düşünüyordum.”

“Sadece…” dedi Aylin. “…gidiyor olmanız beni üzüyor.”

“Giden ben olduğum halde ben de üzülüyorum. Kariyerim için bir karar aldım ve ne yazık ki bu da ayrılık demek oluyor. Kariyer demişken, eğer bir şekilde daha iyi bir iş teklifi alırsan veya başka bir yere geçmek istersen haberim olsun. Senin için bir tavsiye mektubunu seve seve yazarım. Tanrı biliyor ya bana katlanabilmeyi başaran nadir kişilerden birisin. Senin için yapabileceğim en küçük şey tavsiye mektubu yazmak olur.”

“Teşekkür ederim, doktor.”

“Ben teşekkür ederim. Bunca sene yanımda dimdik durduğun için. Bu hastanede hastalarımla ilişkimde sağ kolum olarak yanımda durduğun için.”

“Bilmeni istiyorum ki, doktor, söylendiği kadar sert biri değilsiniz ve gördüğüm en iyi doktorsunuz.”

“Sen de en az benim iyi doktor olduğum kadar iyi bir hemşiresin. Sakın daha aşağısına razı olma.” Mehmet masasının üzerinde son parça eşyayı da kutuya koyduktan sonra “Benden bu kadar... Kesin bir veda değil ama yine de veda vakti geldi. Kendine çok iyi bak. Ufaklığı benim için öp.” diyerek elini vedalaşmak için uzattı. Aylin kendisine uzatılan ele bir süre baktıktan sonra vedalaşmak için uzanan eli tutmak yerine Mehmet’e sarılmayı tercih etti. Aynı zamanda iki arkadaş da olmayı başaran iki insan sarılarak vedalaşırken Berna da gelmişti. Aylin ile Mehmet kucaklaşmayı bıraktığında Aylin yaşlı gözlerle kapıda duran Berna’ya baktı. Geçen yıllarda Aylin’in kocasına ne kadar saygıyla bağlandığını bilen Berna onları sessizce seyrediyordu. Varlığının fark edildiğini görünce odaya girdi. Kocasına “Hazır mısın?” diye sorduktan sonra Aylin’le vedalaştı. Aylin, “Ne zaman gidiyorsunuz?” diye sorduğunda “Bir ay içinde ama önce bir tatil yapmaya karar verdik. Kuşadası’na gidip bir hafta tatil yaptıktan sonra burada yarım kalan işlerimizi tamamlayacağız ve sonra da Baltimore’da ev bakacağız.” dedi. Karı-koca son defa hoşça kal dedikten sonra hastaneden ayrıldılar.

……

Sarp tekrar yalnız kalmıştı. Serkan’ı havaalanına bıraktıktan sonra kaldığı otele gitmek yerine şehrin sokaklarında amaçsızca araba sürmeye başlamıştı. Birkaç aydır evi gibi olan otel nedense bir yaban mekân gibi geliyordu. Amerika’daki geçen bu süre zarfında bahanesi ters giden işleri düzeltme uğraşıydı ama artık o bahane de ortadan kalkmıştı. Oysa Sarp kararsızdı. Bir sonraki atılacak adımın Türkiye’ye dönmek olduğunu biliyordu ama karısını bile arayamamıştı. Bir şeyler onu alıkoyuyordu ve sarp bunun ne olduğunu bilemiyordu. Arabasını otelin park yerine bıraktıktan sonra odasına çıkmak yerine arada yürüyüş yaptığı parka doğru yürümeye başladı. Elinde tuttuğu telefonu çalmaya başladığında aklına Ekin’in arıyor olabileceği geldi ama ekranda babasının telefon numarasını görünce az da olsa hayal kırıklığı yaşamaktan kendini alamadı.

“Sarp, Serkan uçağa bindi mi?” diye sordu Orhan Bey.

“Evet, az önce havaalanına bıraktım. Kıbrıs’ta halledilmesi gereken işleri tamamlayacak.” Biraz durakladıktan sonra içini kemiren o düşünceyi dile getirmekten kendini alamadı.

“Galiba seni yüzüstü bıraktım, baba. Holdingin yönetimini bana bıraktığında bu kadar bir iş çıkaracağımı düşünmemiştin sanırım. Hayal kırıklığına uğrattım seni.”

“Hayal kırıklığımı? Seninle ne kadar gurur duyduğumu söylemek üzereydim ben.”

“Gurur duymak mı? İşleri elime yüzüme bulaştırdım, baba. Az daha çok büyük bir hasara sebep oluyordum. Hedef büyütmemiz gerektiğini söylerken elimizdekileri de kaybediyorduk.”

“Oğlum, bunun adı ticaret. Sen risk aldın ve bu işte başarılı olmanın yolu risk alabilmektir. Eğer bu olanlar bir şeyi gösterdiyse o da senin holdingin başında olmayı hak ettiğindir. İlk ciddi sınavında zorlandın ama başarılı oldun. Yavru kuşların ilk kanat çırpışı hep zor olmuştur. Ben sana karşı hep sert bir baba oldum. Yüzmeyi sana nasıl öğrettiğimi hatırlıyor musun? Daha el kadarken seni suyun içine atmıştım. Annen kalp krizi geçiriyordu çırpınışlarını gördüğünde ama ben ona rağmen senin su içinde çırpınmanı seyretmiştim. O gün yüzmeyi başarmıştın. Yaptığım en doğru yol demiyorum ama bildiğim yol bu. Sen yumuşak bir mizaca sahipsin ve benim zaman zaman sert yöntemlerim fazla oluyor ama her seferinde suyun yüzeyine çıkmayı başarıyorsun. O sessiz yaradılışının altında bir savaşçı var be oğlum. Ben de bununla gurur duyuyorum. Yanlışlar biz insanlara mahsus. Ben senin yaptığını yapmazdım belki ama unutmamaya çalıştığım bir gerçek var. Sen Orhan Teksoy değilsin, Sarp Teksoy’sun. Artık Teksoy Holding’in gerçek sahibi, yöneticisi sensin.” Sarp ne diyeceğini bilemiyordu. Babasından bu sözleri duyacağını hiç tahmin edemezdi. Fark etmemişti ama babasının onayını almayı çok istiyordu. Şimdi ise o onayı almıştı.

“Bu kadar laftan sonra geriye bir soru kalıyor. Ne zaman dönüyorsun? Annen çok özledi. Ben çok özledim. Hepsinden önemlisi karın çok özledi. Aranızdaki sorunu kaçarak çözemezsin. Evlilik kaçmak değildir. Unutma…” Sarp şaşırmıştı. “Sen… Biliyor muydun?” diye geveledi.

“Oğlum, sesimizi çıkarmadık diye olandan haberimiz yok sanma. Sadece biz değil, İsmet Beyler de biran önce aranızdaki sorunu çözmenizi dört gözle bekliyorlar. Gel artık, be oğlum! Yolunu gözleyenler var.” Sarp boğazını temizleme gereği hissetti. Babasının kalp kalbe konuşması boğazının düğümlenmesine sebep olmuştu. Galiba geri dönme zamanı gerçekten gelmişti. Sarp yine de cevap vermeden sadece “Anneme selam söyle.” diyerek telefonu kapattı. Orhan Bey oğlunun bir karar daha vermesi gerektiğini bilerek acıyla telefonuna baktı ve “Gel be oğlum, gel artık.” diye mırıldandı.

******

Sarp babasıyla konuştuktan sonra birkaç gün daha geçmesine rağmen geri dönmek için adım atmadı. Ekin’i de aramadı. Ekin’in sınavlarının başladığını tahmin ediyordu. Çok istemesine rağmen karısını arayıp geri dönmeye karar verdiğini ve gelmeden önce sınavlarında başarılar dilemek istediğini söyleyemiyordu. Kalma bahanesi ise başka ortaklık ihtimalleri için görüşmeler yapmaktı ama gayet iyi biliyordu ki asıl yapması gerekeni erteliyordu. Önünde gevelediği yemeğinden küçük bir parçayı ağzına götürdüğünde ani bir karar aldı. Türkiye’ye dönme zamanı çoktan gelmişti. Yapması gerekeni biliyordu. Aldığı kararın etkisiyle önündeki yemeğe daha bir iştahla saldırdı.

……

Ekin sınavdan çıktığında oldukça morali bozuktu. Elinden geldiği kadar sağlam durmaya çalışıyordu ama son sınavına hazırlanacak gücü bile bulamıyordu. İki dersinin sadece ödev hazırlamayı gerektirmiş olmasına seviniyordu. Dört dersin ikisinin final sınavı vardı ve bu iki sınav bile kaldırabileceği sınav sayısından iki fazlaydı. Umutsuzlukla telefonuna bir kez daha baktığında gözlerine inanamadı. Bir cevapsız çağrı vardı. Hem de Sarp’tandı! O an uçabileceğini düşündü. Ayaklarının yere basmadığına emindi. Sevinçten çığlık atmamak için kendisini frenlemesi gerekti. O sevinçle aklına gelen çiçekçiye gidip karanfil alması oldu. Sarp karanfilleri severdi. Hemen koşup karanfil alması gerekiyordu.

…...

Yaz sıcakları etkisini iyice göstermeye başladığında kocasının kalbindeki soğukluğun ortadan kalkmaya başlayacağından emin değildi ama bir mucize gözlerinin önünde gerçekleşiyordu. Herkese ve her şeye meydan okuyabilen, hiç kimse ve hiçbir şey karşısında yıkılmayan adamı derinden sarsabilen birkaç olaydan biri gerçekleştiğinde sevdiği, âşık olduğu adamı tümden kaybetmekten korkmuştu.

Günler sonra Mehmet’in beton gibi sert ve soğuk yüzünde insani bir tepki görebilmişti. O kadar kendini kaptırmıştı ki korku girdabına kocası gibi ruhsuz, duygusuz yaşamaya başladığını fark etmemişti bile. Çalışma odasında oturmuş önündeki kâğıtlara baktığı sırada çalan kapı her şeyin değişmesine sebep olan bir gelişmeye sebep olmuştu. Gelen mektup her şeyi değiştirmişti. Mektupta yazılanları okuyan Mehmet sözlere gerek kalmadan kollarını açmıştı ve karısının kollarına kendini atmıştı. Sessizce gözyaşlarını dökmeye başladığında kaybetmekten korktuğu kocasının kendisine döndüğünü hissetmişti. Hâlâ kocasının acısını yüreğinde hissediyordu ama yaşamanın kuralıydı, yaralarını sarıyorlardı.

Berna sahilde yürürken daldığı düşüncelerinden sıyrıldığında etrafına bir bakındı. İki hafta Mehmet’in Baltimore’daki iş teklifini kabul etmesine karar verdikleri zaman bu tatil yerine gelmeye karar vermişlerdi. Sahile inmeye karar verdiğinde Mehmet tembellik etmişti ama daha sonra gelmesi yönünde söz alınca kocasını geride bırakıp sahile inebilmişti. Boştaki şezlonglardan birini gözüne kestirdi ve hararetli bir şekilde konuşan ve arada kahkahalara boğulan üç genç kıza göz ucuyla baktı. Her hallerinden üniversiteli oldukları belli oluyordu. Check-in için resepsiyona gittiklerinde görevlilerin gelecek olan bir kafileden bahsettiklerini anımsadı. Belli ki bir özel üniversitenin öğrenci kulüplerinden bir tatil organizasyonu düzenlemişti.

Şezlonguna uzandığında güneş gözlüklerini çıkartıp tekrar etrafına bakındı. Plaj çok da kalabalık görünmüyordu. Belki de plaj için erken bir saat olduğundan etraf bu kadar sakindi. Öte yandan bu üniversiteli kızların bu saatte olması da çok şaşırtıcıydı. Bir an varsayımlarında yanlış olup olmadığını düşündü ama kızların kendi aralarında final sınavları hakkında konuştuklarını duyunca hedefi şaşırmadığını anladı. Hiç olmazsa karavana atmamıştı. Yanında getirdiği kitaba uzandı ve kaldığı yeri bulup okumaya başladı ama kendini bir türlü kitaba veremiyordu. O sırada biraz arkasında kalan bir masanın etrafındaki o üç kızın yinelenen kahkahalarını duydu. İstese de kitabını okuyamayacağını biliyordu. Aklı hep başka yerlere kayıyordu. Yüzünde hafif sinsi bir gülümseme belirdi. O an kararını vermiş oldu. Kulak kabartacaktı konuşmalara... O yılları ve ne kadar ne kadar değiştiğini düşünmesi için bir fırsat olacaktı bu kulak kabartış.

......

İstanbul’da hava oldukça bunaltıcıydı. Nemli hava da sıcağın bunaltıcı etkisini katlıyordu. Sağanak yağış ihtimalinden bahsediyordu hava durumu ama Ekin güneşin kavurucu ışınları altında yağmurun bir hayal olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu. Önceki gün telefondaki cevapsız çağrı tüm üzüntüsünü ortadan kaldırmıştı ama Sarp’ı geri aramasına rağmen ulaşamamıştı. Yine de moralini bozmaya niyeti yoktu. Aramıştı ya yine arayacaktı. İnancı tamdı. Bu düşünceyle sabah ders çalışmak için oturduğunda aklını derse veremeyince dışarı çıkıp taze karanfil almaya karar vermişti ama bunaltıcı havayı görünce akşam serinliğini beklemesinin daha akıllıca olacağını düşünmekteydi.

......

Tam sıkılmaya başladığını düşünüyordu ki konu evrensel konulardan birine geldi; kadın-erkek ilişkileri. Yarım saati aşkın süredir kızların konuşmalarına kulak kabartıyordu ve naif olduklarını düşünmekten kendini alamıyordu. Oysa kendi üniversite yıllarını daha dün gibi hatırlıyordu. Ne kadar değiştiğine kendisi bile inanamadı. Öte yandan, Mehmet’in sıklıkla söylediği gibi, iki ömre yetecek kadar çok olay yaşamıştı ve yine Mehmet’in dediği gibi, daha ömrün yarısı ile ilgili o şiiri dile getirmesine birazcık daha vardı. Belki de bu sebepten kızların konuşmasını naif buluyordu.

Kızlardan birinin -diğer iki kızdan farklı bir üniversitede okuyanı- olgun erkeklerin her zaman daha iyi olduğunu ileri sürdüğünü duydu. Hemen ardından da “Tek sorun genç erkekler kadar salak olmamaları.” diye de ekledi.

“Otuzlu hatta kırklı yaşlarındaki erkekler çok daha iyi oluyorlar ama onları parmağında oynatmak birazcık daha zor.”

“Duyan da seni femme fatal san’cak, kızım. Şunun şurasında dışarı çıkınca para harcamak istemedi’inde sana sulanan salakları arayıp bütün gecenin masraflarını onlara yıkıyo’sun. Bizden farklı bi’ şey yaptı’ın yok.”

“Hey, en azından ben kendimden büyük biriyle birlikte oldum.”

“Ya, ne demezsin? Sen yirmi yaşındayken o 29 yaşındaydı ve aynı zamanda çıktığın erkeklerin en salağıydı. Bi’ işi ve altında arabası var diye kendini bi’ şey sanıyo’du.”

O sırada bu tartışmayı sessizce dinleyen üçüncü kızın “Valla’ tüm olgun erkekler bunun gibi ol’caksa ben razıyım olgun erkek fikrine.” dediğini duydu. Bir an için ne olduğunu anlayamadı ama diğer iki kızın tepkilerinden anladığı kadarıyla yakınlarda yürümekte olan ve anlaşıldığı kadarıyla olgun ve çekici olan bir erkek vardı. Gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirip üzerinden etrafı kesmeye başladı. Ancak güneş gözlerini aldığı için bahsi geçen kişi olduğunu sandığı kişiyi tam olarak göremedi ilk anda. O sırada kızlar konuşmaya devam ediyordu.

“Kızım, bunun gibisi nadir bulunur. Hem kapılmıştır şimdiye kadar. Baksana, uzun boylu, siyah saçlı ve atletik… Giydiği kıyafete felan baksana... Hiçbir erkek bu kadar zevkli olamaz kıyafet seçiminde. Kıyafetleri kesin sevgilisi veya karısı almıştır ona.”

“Emin olma, ya überseksüel erkeklerden biriyse.”

“Ay, illa kocaman bi’ laf et’cek. Metroseksüel olmadığı kesin çünkü erkek gibi duruyo’, o halde überseksüel! Bu mu senin teşhisin yani? Giyinmesini, kendini taşımasını biliyorsa überseksüeldir.”(3)

Gözlerinin kamaşması geçen Berna kızlardan duyduğu tarifle bahsi geçen erkeği bulmakta gecikmedi. Mehmet’in tam da kızların tarif ettiği tarafta sağa sola bakındığını fark etti. Belli ki onu arıyordu. Kocası hakkında edilen sözleri düşünce gülmemek için kendini zor tuttu. Kızlar en azından kıyafetleri alan kişi konusunda haklıydı. O kıyafetleri Berna almıştı Mehmet için. Hediye olarak... Daha da komik olanı Mehmet’in sıklıkla dalgasını geçtiği iki kavram da kullanılmıştı. Yine de kocasının zevkli, yaşamayı bilen biri olduğunu düşününce belki de onun gibi erkekleri tanımlamak için kullanılan terimlerden birini kullanmak çok da yanlış olmazdı.

Mehmet en sonunda onu görünce yüzüne bir gülümseme geldi. Berna o gülümsemeyi ne kadar çok sevdiğini ve geçen bir-iki ayda görmeyi ne kadar özlediğini düşündü. O sırada kulak misafiri olduğu kızların heyecanlandıklarını fark etti. Kendi aralarında üzerinde konuştukları erkeğin oldukları tarafa baktığını ve yürüdüğünü söylüyorlardı. Konuşmalar fısıltılara dönüştü bir anda ama fısıltılı konuşmalarında bile çok heyecanlandıkları belliydi. Berna gülmemek için tüm gücünü harcarken başta düşündüğü gibi kızların her şeye rağmen naif olduklarını mırıldandı kendi kendine.

Mehmet karısının yanına geldiğinde eğilip karısının dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu. “Tembellik etmekten çabuk vazgeçmişsin.” derken kocaman bir gülümseme vardı Berna’nın yüzünde. Mehmet bunu Berna’nın kendisine sataşıyor olmasına bağladı. Oysa Berna hemen yanlarında bulunan üniversiteli kızların yüzlerinde oluştuğunu düşündüğü şaşkın ifadeyi tahmin ettiği için gülüyordu.

……

Uçak Atatürk Havaalanına öğle vaktine doğru indiğinde Sarp karmaşık duygular içindeydi. Dalgın bir şekilde dış hatlar terminalinin kapısından dışarı çıkıp havaalanının önünde kapısının önünde bekleyen taksilerden birine yaklaştı. Hava o kadar bunaltıcıydı ki yaz yağmurunun bastırmasının elinin kulağında olduğunu anlamak için hava durumu uzmanı olmak gerekmiyordu.

Taksinin şoförü seri hareketlerle Sarp’ın bavullarını bagaja yerleştirirken Sarp da arka koltukta yerini almıştı. Başını geriye atıp yüzünü ovuştururken sıkıntılı bir şekilde ofladı. Taksi şoförü koltuğuna geçtiğinde “Memlekete hoş geldiniz.” dedi. Sarp bir anlamamış gibi baktı ama sonra “Teşekkür ederim.” diye karşılık verdi. Havaalanından çıkıp şehrin yolunu tuttuklarında şoför Sarp’a radyoyu açmasının sakıncası olup olmadığını sordu. Sarp sorun olmayacağını söyleyince de sesi iyice kısık olan radyonun sesini açtı. Sarp aklındaki onlarca düşünceyi bir düzene sokmaya çalışırken radyodaki programın sunucusu “Şimdi eskilerden kalma bir parçayı çalacağım. Sanırım ‘sil baştan’ demiş olan herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir parça bu. ‘Kadın’ adlı solo albümüyle adını duyuran Şebnem Ferah’ın üçüncü albümü olan ‘Perdeler’den bir parça geliyor. Sil Baştan…” diye açıklama yapıyordu. Şarkının sözleri Sarp’ın dikkatini çekti. Sanki ilahi bir güç ona yapması gerekeni bu şarkıyla söylüyor gibi geldi.

“Söyle canım sevgilim,

Hayat bize oyun oynuyor olabilir mi?

Yorgun gibi bir halin var.

Duyguların karışık olabilir mi?

Sil baştan başlamak gerek bazen.

Hayatı sıfırlamak…

Sil baştan sevmek gerek bazen.

Her şeyi unutmak…

Sanki bugün son günmüş gibi…”

Şoförün “Nereye gideceğinizi henüz söylemediniz, beyefendi.” sorusuyla kendine geldi Sarp. Dikkatini dinlediği şarkı yerine taksinin şoförüne verdi.

“Hı, nereye mi gidiyorum? Eve, evime gidiyorum.” diye belli belirsiz mırıldandı. Dikiz aynasından kendisine bakan şoförün anlamadığını söylemesi üzerine de evin adresini verdi.

Taksiden indiğinde kalp atışları hızlanmıştı. Kapıya vardığında bunca süredir neden geri dönüş kararını alamadığını anladı. Korkuyordu. Ekin’in yüzüne baktığında kendisine aşk dolu bakan bir çift göz görmemekten korkuyordu. Daha da önemlisi kendisine aşkla bakan o gözlere aynı yoğunlukta duygu dolu bakamamaktan korkuyordu. Kapının zilini çaldığı halde açan olmayınca cebinden evin anahtarını çıkardı. Elindeki anahtara bir süre baktı. Kapının kilidine anahtarı sokmadan önce gökyüzüne baktı. Güneş görünmemesine rağmen nemli hava tüm gazabıyla sıcaklığını hissettiriyordu. Yağmur iyi gelecekti.

İçeri girdiğinde burnuna çok sevdiği karanfillerin kokusu geldi. Oturma odasına girdiğinde Ekin’in ders notlarının sağa sola dağılmış olduğunu gördü. Biraz da şaşkın bakışlar altında karanfil bahçesine dönmüş evine baktı. Bir kısmı solmaya yüz tutmuş karanfiller onu şaşkına çevirmişti. Bir başka şey daha dikkatini çekti Sarp’ın. Fotoğraflar… Ekin dört bir yana ikisinin birlikte olduğu fotoğrafları koymuştu. Televizyonun yanında ise Ekin için yazdığı ve bestelemeye çalıştığı ama bitiremediği şarkının sözlerini buldu. Salonun ortasındaki bavullarını almak için gittiğinde orada da bir sürü iz buldu eski günleri hatırlatan. Elinde hâlâ Ekin’e yazdığı şarkı sözlerinin olduğu o sayfa vardı.

Salonda olanlara bakarken la notası posterinin olduğu taraftaki sehpanın üzerinde bir kutu dikkatini çekti. Kutunun içinde ne olduğuna baktığında yıllar öncesinde yazdığı ve evlenmeden önce Ekin’e verdiği geleceğe yazılmış mektubu gördü. Gençliğinin baharında yazdıklarını dikkatle okumaya başladı.

Ekin öğle yemeğini dışarıda yedikten sonra dışarıda yeteri kadar kaldığını düşünüp asıl yapmayı planladığı işi yapmaya, karanfil almaya karar vermişti. Hemen ardından eve dönerken yağacağını hissettiren yağmur sağanak halinde yağmaya başladığında Ekin arabasından iniyordu. Arabadan çıkıp koşar adımlarla eve girene kadar sırılsıklam olmuştu bile. Kapıyı açıp hızlıdan salona yöneldi. Elindeki buketi vazolardan birine yerleştirip ıslanan kıyafetlerini değiştirmeyi aklından geçiriyordu. Ancak hiç beklemediği bir anda karşısında en çok görmeyi istediği kişiyi gördüğünde olduğu yerde dondu kaldı.

Birbirini deliler gibi sevdiği belli olan iki kişi kıpırdamadan birbirlerine bakıyorlardı. Ekin’in göğsü hızlı hızlı nefes aldığı için inip kalkıyordu. Elinde tutmakta olduğu buket daha fazla dayanamadı ve yere düştü. İki seven insan bakışlarını ayıramıyorlardı. Ekin kaç defa bu anın senaryosunu yazdığını hatırlamıyordu bile ama o senaryolardan birini bile hayata geçirecek gücü bulamıyordu kendinde.

İlk adımı atan Sarp oldu. Hipnotize olmuş gibi ıslak kıyafetleri vücuduna yapışmış olan karısına yaklaştı. Ne yapacağını düşünemiyordu bile. Elleri ondan bağımsız karısının ıslak saçlarını düzeltip karısının başını avuçlarının içine aldı. Ardından dudakları elleri gibi ondan bağımsız Ekin’in dudaklarına yaklaştı. Aylar sonra gelen o ilk öpücük kısa oldu. Belki de Sarp’a ve Ekin’e öyle geldi. Oysa o öpücüğün ardından gelen ikinci öpücük ikisini de nefessiz bırakmıştı. Birbirlerinden ayrıldıklarında ikisi de nefes nefese kalmışlardı. Ne var ki birbirlerine o kadar susamışlardı ki bu kadarına kanamıyorlardı. Yeniden öpüşmeye başladıklarında ikisini de ihtiras esir almıştı. Sarp karısını öperken aynı zamanda onun kıyafetlerini de çıkarmaya başlamıştı. Ekin de kocasının üzerinde fazla bulduğu kıyafetleri çıkarmaya çalışıyordu.

İkisi de neyi özlediklerini fark etmiş, hızlıca üzerlerindeki kıyafetleri çıkarıyorlardı. Sarp, Ekin’i belinden sıkıca kavrayıp kendine çekti. Boynunu öperken karısının kokusunu içine çekiyordu. Ekin’i salondaki koltuğun üzerine yatırdığında onun üzerine eğildi. Kalan son parça eşyaları çıkarmadan önce hayran dolu bakışlarla karısının güzel vücudunu seyretti. Ne kadar yapay bir sebepten hem ruhen hem de bedenen özlediği kadından uzak kaldığını hatırladıkça kendine kızdı ve kaybettiği zamanın acısını çıkarmak istercesine karısının üzerine yumuldu. Ekin’in boynundan göğüslerine doğru inerken elinde tuttuğu son parça eşyayı da yere bıraktı.

Ekin de Sarp’tan farklı durumda değildi. Kocasını kendisine doğru daha bir çekti. Sarp’ın dudakları çıplak bedeninde dolaşırken o dudakların dokunduğu yerin neredeyse yandığını hissediyordu. Daha fazla dayanamayıp kocasının üstüne çıktı ve Sarp’ı öpmeye başladı. Sevdiği adamın çıkardığı seslerden halinden memnun olduğunu anlayınca daha bir hevesle Sarp’ı öpmeye devam etti.

Uzun süre seviştikten sonra ikisi de doruk noktasına ulaşınca nefessiz kalmışlardı. Birkaç dakika soluklandıktan sonra Sarp yanında uzanan Ekin’in kulağına eğilip “Biliyor musun, daha yatak odasına çıkma şansım olmadı.” diye fısıldadı. Ayağa kalkıp karısına elini uzattı. Ekin kendisine uzatılan elin yardımıyla kalktıktan sonra uzandıkları halı üzerinde dağılmış ve kurumaya yüz tutmuş kıyafetlerine uzandığında Sarp yüzünde muzır bir gülümseme ile “Onlara ihtiyacın olacağını sanmıyorum.” dedi. Ekin, Sarp’a baktığında kocasının ne demek istediğini anlamıştı. Ne oluyor demeye kalmadan Sarp karısını kucaklamıştı bile. Seri adımlarla yatak odasına yöneldiğinde Ekin’in cilveli kahkahaları geliyordu. Dışarıda ise yağmur yağmaya devam ediyordu. Sanki yağışsız geçen günlerin acısını çıkarıyordu. Toprak suya kana kana doyarken iki seven de birbirine doyuyordu.

……

Akşam yemeği için kendisini bekleyen kocasının yanına gelen Berna’nın yüzü gülüyordu. “Sana iki güzel haberim var.” dediğinde Mehmet bekleyen gözlerle kendisine baktı. “Sarp gelmiş bugün.” diye devam etti Berna.

“Ya ikinci haber?”

“Ekin’in yarınki sınavından sonra onların da buraya gelip bizimle tatil yapmalarını söyledim. Yelda’yı da alacaklar. Serkan’a da Kıbrıs’tan buraya gelmesini söyleyecek Yelda. Bir nevi veda partimiz olacak. Aile dostları olarak biz ayrılmadan önce son bir defa bir araya gelmiş olacağız.”

“Berna Ertürk yine iş başındaydı yani…” Berna kocasının sataşmasını duymazdan gelerek “Ne yiyoruz? Kurt gibi acıktım!” dedi. Mehmet’se başını iki yana sallarken gülümsüyordu.

***

“Ay abi, içime gına geldi yani! Öğk! Anladık, birbirinizi çok seviyorsunuz yani de bu kadarı fazla oluyor. Yaşınıza uygun hareket edin. Şimdi ikizleri niye getirmemeye ikna ettiğinizi daha iyi anlıyorum. Sağ olun, küçük çocukların önünde ahlaka aykırı davranışlar yapmamış oldunuz.” Sarp ile Ekin söylenmekte olan Yelda’ya kulak asmıyorlardı bile. Berna ile Mehmet’in kaldığı otelin resepsiyon masasına geldiklerinde “Abartıyorsun ama…” diye kaşrı çıktı Sarp. “O kadar da abartmadık. Günahımızı alıyorsun.” diye de ekledi. Yelda, “Serkan akşama doğru burada olsun ben size göstereceğim Hanya’yı, Konya’yı…” dedikten sonra belli belirsiz bir şeyler mırıldanmaya başladığı sırada onların gelmesini bekleyen çift de yanlarına yaklaşıyordu. Bir eksikleri olmasına rağmen akşam planlarını yapmaya başlamışlardı bile.

……

Akşam yemeğinden önce bir saat kadar önce Serkan’ın da aralarına katılmasıyla grup tamamlanmıştı. Yemekten sonra yolculuk yapanlar yorgun olmalarına rağmen yatmak için odalarına çekilmek niyetinde değillerdi. Belki kent merkezine gidecek kadar dinç değillerdi ama pekâlâ otelin barında eğlenebilirlerdi. Uzun bir aradan sonra bir aradaydılar ve bir süre sonra yabancı memleketin yolunu tutacak olan Ertürk çiftinin de aralarında bulunduğu bir günü bir daha ne zaman bulabilecekleri belli değildi.

“O kadar da abartmadık işi, Yelda.” diye kendini savunmaya devam ediyordu Sarp. Serkan araya girip “Kanka, yarısını bile yaptıysanız ‘yuh’ derim. Yuh!” deyince Ekin’in yüzü kızardı. “Sizin maskaranız olduk, desenize… Hiç olmazsa bu gecelik kapatın bu konuyu.” diye öneride bulundu Sarp. Altı kişilik masada karşılıklı oturduktan sonra siparişlerini verdiler. Farkında değillerdi ama hepsinin bu tatile, kafa dinlendirmeye fazlasıyla ihtiyacı vardı.

Birkaç kadeh içildikten sonra kadınlar boşta duran karaokenin başına geçtiler ve erkeklere bakarak kahkahalar arasında “Seninle Bir Dakika” adlı parçayı söylemeye başladılar. Hepsi sorumluluklarından sıyrılmış, dertlerini unutmuş o anın tadını çıkarıyordu. Bir süre sonra erkekler de eşlerine katıldı. Hepsi parçayı katletme pahasına da olsa bağıra bağıra ekranda akan sözlere göre şarkı söylüyordu. Hayat denen bu oyunda bir perde kapanırken açılmak üzere olan yeni perdenin tüm hazırlıkları devam ediyordu. Ta ki ölüm denen son perde gelene kadar bir sonraki perde hep olacaktı ve altı dost yeni perdeler için şarkılarını söylüyordu.

(1) Geri gelmek, geri dönüş (Latince)

(2) Başardık! Kredi anlaşmasını imzaladık!

(3) “The Future of Men” (Erkeklerin Geleceği) adlı kitabında Marian Saltzman “überseksüel” ve “metroseksüel” kavramlarını ortaya atmıştır.

0 yorum:

Template Designed by Douglas Bowman - Updated to Beta by: Blogger Team
Modified for 3-Column Layout by Hoctro