22 Nisan 2007 Pazar

İkinci Perde - Dokuzuncu Bölüm

Bölüm 9: Lacrimosus (1)

Şok ve hissizlik…

Hava güneşli miydi? Gökyüzü grinin tonlarıyla mı resmedilirdi yoksa bugüne mi özel bu koyu gri gökyüzü? Etraftaki insanların yüzünde niye aynı ifade vardı? Arada birileri koluna dokunup bir şeyler söylüyordu ama ne? Buraya nasıl gelmişti? Kulağındaki uğultu uçaktayken mi başlamıştı yoksa bu uğultu hep vardı da o hiç farkına mı varmamıştı? Karısı neden o kadar uzakta duruyordu ve neden onun da yüzünde o ifadeden vardı? Karısının hemen yanında duran yengesi neden ağlıyordu? Ya dayısı? Onun gözleri niye kıpkırmızıydı?

Birden neden insanlar saf oluşturmaya başladılar yan yana dizilerek? Önlerindeki siyah cübbeli ve kavuklu adam bir şeyler söylemeye başladığında niye herkes onu pür dikkat dinlemeye başladı? Niye herkes “iyi bilirdik” diye aynı anda konuştu? Niye herkes “helâl olsun” diye konuştu?

Berna yanında dostları olduğu için kendini şanslı hissediyordu. Kayınvalidesinin fenalaşıp hastaneye kaldırıldığını Mehmet’in dayısından öğrenmişti. İlk müdahaleden sonra Mehmet’in çalıştığı hastaneye nakledilmişti. Her şey sakinleşmiş görünüyorken, gece yarısına doğru… Olanı hatırladığında gözleri doldu. Başta inanamamıştı. Bütün değerlerin stabilize olduğunu söylemişti doktorlar. Mehmet’i arayıp erken gelmesini söylemeyi planlıyordu. Sempozyumun son oturumundan çıkmasını beklerken aldığı o haber… Karşısındaki doktoru görünce Mehmet’in yıllar öncesinde söylediği o söz aklına gelmişti. “Kötü haber vermek öyle bir rutin oldu ki hafızamıza kazıdığımız bir yüz ifadesi var. Her seferinde o yüz ifadesini kullanıyorum. Sanki umursamadığım halde umursuyormuş gibi yapıyorum. Ben bile bilmiyorum artık bu hissin tam olarak ne olduğunu.” demişti. O an duyduğunun gerçekliğini kavramakta zorlanmıştı ama en zor kısım o değildi. İlk denemesinde Mehmet’e ulaşamamasına sevinmişti neredeyse. Ölüm haberini verdiğinde eşinin acısını içinde hissetmişti.

Şimdi burada, cenazenin defni sürecinde ortalıkta ruh gibi duran Mehmet için ayakta kalması gerekiyordu. Belki de -yo, kesinlikle- bu vefat en çok Mehmet’i sarsmıştı. Boston’dan döndüğünden beri zorunlu haller dışında konuşmamıştı bile. Defin için dayısı Mehmet’in fikrini sorduğunda Berna daha güçlü olması gerekenin kendisi olduğunu anlamıştı. Dayısının yanına gidip onu sessizce Mehmet’in yanından uzaklaştırdıktan sonra yapılması gerekenleri konuşmuşlardı.

Gece ise Mehmet’in uyuyamadığını biliyordu. Berna da uyumamıştı ama onun nedeni daha çok kocası için kaygılanmasıydı. Mehmet’in aklının derinliklerinde yer alan o en korkunç senaryonun gözleri önünde oynandığını biliyordu ve Berna eşi için hiç kaygılanmadığı kadar kaygılanıyordu. Konuşacak gücü bile bulamayan kocasının yerine de güçlü olmak zorunda kalınca ne kadar zor olursa olsun yapılması gerekenleri yapmaya başlamıştı. Tanıştığı ilk günden beri iyi insan olduğunu bildiği kayınvalidesi bu dünyadan göç ederken ona son vazifelerini yapmaları gerekiyordu.

Kasvetli grilikte soğuk havanın her esintisi içini ürpertiyordu. Koyu renkli kaşmir paltosuna sarılan Ekin’in de ürperenler arasında olduğu gözüne takıldı Berna’nın. “Başınız sağ olsun, canım.” diye fısıldadı Ekin. Berna ilk defa birine tutunmak ihtiyacı hissetti. Mehmet için ayakta kalmaya çalışırken kendisinin de birine tutunmaya ihtiyacı olduğunu fark edememişti ama Ekin yanına geldiğinde ona sarılıp sessizce birkaç damla gözyaşı döktü. Ekin de Berna’nın acısını kalbinde hissedince gözlerinin nemlenmesine engel olamadı. İki kadın ayrıldıklarında ikisinin gözleri yaşlıydı ve Berna kelimeleri kullanmadan Ekin’e yanında olduğu için teşekkür etti. Ekin de aynı şekilde sözcüklere ihtiyaç duymadan gözleriyle teşekkürlük bir iş yapmadığını anlattı.

Ekin arkadaşının yanından ayrılma konusunda kararsız kalınca etrafına bakındı. Daha gerilerde Serkan ve Yelda’yı birbirinden uzak dururken görünce durumu garipsedi. Sanki özellikle birbirlerinden ayrı durduklarını düşünmekten kendini alamadı ama ona öyle geldiğini telkin etti kendine. Ne yapacağı konusundaki kararsızlığı Berna’nın yanına gelip başsağlığı dileyenlerin çokluğu sebebiyle ortadan kalktı. Berna’nın yanında durmasının gerekli olmadığını düşününce Yelda’nın olduğu tarafa doğru yürümeye başladı.

Berna kaç defa “dostlar sağ olsun” dediğini hatırlayamıyordu artık. Üç-beş de olabilirdi otuz beş de, hatta daha fazla bile olabilirdi. Mehmet’in bir zamanlar iş yerindeki tek arkadaşım dediği ve bir anlamda kocasıyla tanışmasında etken olan adamın kendine yaklaştığını gördü. İntihar teşebbüsünden sonra hastanede geçirdiği günler sırasında o kafeteryada ihanet üzerine felsefi bir tartışma yapan iki doktordan Mehmet olmayanıydı yanına yaklaşan. Seneler önce memleketim dediği İzmir’deki hastanelerden birinden gelen iş teklifini kabul edip oraya taşınan Dr. Sırrı… Mehmet’in kaç defa “doktor sırrı” ve “Dr. Sırrı” cinasıyla şaka yaptığını hatırladı. Kasvetli bir günde o anlar uzak ve buruk anılar olarak aklına geliyordu ve her ayrıntı kocası için kaygılarının artmasına sebep oluyordu. Her zaman sağlıklı ve kendinden emin görünen adamdan eser görememekti tüm bu olumsuz düşüncelerin beyninin kıvrımlarında dolaşmasına sebep olan.

“Başınız sağ olsun, Berna”

“Dostlar sağ olsun, Sırrı.” Berna, Sırrı’nın bakışlarının kendisi üzerinde değil de başka yerde olduğunu görünce Sırrı’nın nereye -daha doğrusu kime- baktığını tahmin etmesi hiç de zor olmadı.

“Ne kadar zor olduğunu tahmin etmek bile istemiyorum, Berna. Mehmet’in Aşil topuğuydu annesi ve böyle bir gün geldiğinde onu nasıl etkileyebileceğinden korkardım. Yanında olacağını biliyorum ama yine de hatırlatmak istiyorum, onun resmen olmasa da psikologu olarak, seni zor günlerin bekleyebileceğini söylemek zorundayım. Biliyorum, şu anda bunları söylemek uygun görünmüyor ama annesinin vefatının Mehmet’e yapabileceklerini düşündükçe korkuyorum.” Berna yüzünü acı dolu bir şekilde buruşturdu, gözyaşlarına hâkim olmak istediği için.

“Bana hiçbir zaman açıkça söylemedi ama Zeliha Hanım’ın hastalığı için kendini sorumlu görüyor. Parkinson hastalığının bir çeşidinden öteye gitmeyen teşhisi yetersizlik olarak görüyordu. Seninle evlendikten sonra daha az bu konuyu kafasına takıyor gibiydi, ama işte Zeliha Hanım’ın erken ölümü kurmaya çalıştığı o dengeyi bozacak diye korkuyorum. Seni zor günler bekliyor olabilir. Bir aile dostunuz olarak hazırlıklı olman gerektiğini söylemek zorundayım.” Berna sadece başını hafifçe sallamakla yetindi. Gözlerini Mehmet’in olduğu tarafa özellikle çevirmemeye çalışıyordu çünkü onu gördüğü anda gözyaşlarına hâkim olamayacağını biliyordu.

Ekin en ufak bir ses çıkarmak istemezcesine hafif adımlarla Yelda’nın yanına geldiğinde hiç sesini çıkarmadı. Cenaze için orada bulunan herkes gibi mecbur kalmadıkça konuşmaktan kaçınıyorlardı. Yapılması gereken her şey yapılıp ayrılma vakti gelene kadar ne Ekin, ne de Yelda tek söz etti. Merhume için son dualarını ettikten sonra gelin-görümce yan yana mezarlıktan ayrıldılar. Ekin ise Serkan’ın yanlarına gelmediğini görünce geride ya Mehmet’in ya da Berna’nın yanında kaldığını varsaydı.

Görme isteği ve arayış…

Eve girdiğinde karısına bir şeyler söylemesi gerektiğini düşündü, Mehmet. Ne var ki ne diyeceğini bilemiyordu. Salondaki duvar saatine gözü takıldığında telefona uzanıp annesini aramak istedi bir an ve bunun artık geri dönüşü olmaz bir şekilde, olasılık dâhilinde olmadığını hatırladı. Kalbi sıkışır gibi oldu. Hastanede hasta yakınlarında gördüğü yüzlerin aynısı kendisinde vardı şimdi. Yas tutan birinin acısını ilk defa bu kadar iyi anlıyordu. Berna’nın yemek isteyip istemediği sorusunu “ı-ıh” diyerek cevapladı. Sonra çıkan sesi ne kadar garipsediğini fark etti. Kendi sesini duymayalı yıllar geçmiş gibi geldi. Evin çeşitli yerlerinde annesinin fotoğrafları çerçevelerinde duruyordu. Salonda olanına gözü takıldı. Fotoğrafı görmek canını yakıyordu ama eli o fotoğrafları kaldırmaya gitmiyordu.

Dayısı ve yengesi bir şeyler yemesi gerektiğini söylüyordu ama onun aklından annesinin niye bu şehirde gömüldüğü geçiriyordu. Kim kocasının yanına gömülmesi gerektiğine karar vermişti? Ticaretten kazandığı parayla yaptığı malvarlığını karısına miras bırakmak dışında ne yapmıştı o adam? Mehmet’in elinde olsa baba adı kısmında yer alan ismi sildirirdi. Oysa canından çok sevdiği annesinin mezarı şimdi o adamın mezarı yanındaydı ve her annesinin mezarını ziyaret edişinde o adamın mezarına da gitmiş olacağını fark edince midesinin bulandığını hissetti. O sırada bir cevap bekleyen dayısı ve yengesine “Siz isterseniz yiyin yemek.” dedi.

Yatak odasına girip yatağa uzandığında gelecek günlerin neler getireceğini düşünmeye başladı. Baş sağlığı dilekleri sürekli annesini hatırlatacaktı. Annesinin ardından okutulacak mevlitler de çok farklı bir etki yapmayacaktı. Hepsi annesinin geri gelmeyeceğini hatırlatacaktı. Sanki daha fazla hatırlatmaya ihtiyacı varmış gibi! Onun tek istediği annesiyle baş başa kalıp konuşmaktı. Bir kere bile olsa razıydı ama artık o şansı hiç olmayacaktı.

******

Ekin bomboş evine girdiğinde son zamanlarda olanları aklından geçiriyordu. Ölümden bile alınacak ders vardı. Fani dünya tabirinin ne kadar basit ama ne kadar doğru olduğunu anlıyordu. Kocasıyla yaşadıkları gerilimli günler bir kırılmayla sonuçlanmıştı ama bu işin sonu böyle olmamalıydı. Zor günlerde yalnız kalmak yerine güç alınacak biri ile olmak çok daha iyiydi ama Ekin’in güç alacağı kişi uzaklardaydı. Daha da kötüsü arkadaşının annesinin vefatından haberdar değildi. Berna’nın haber vermediğini biliyordu. Eli telefona gittiğinde gerçekten bu vefat haberini vermek için mi aradığını yoksa Sarp’ın sesini mi duymak istediğini cevaplayamadı. Galiba her ikisi de doğruydu.

Art arda çalan telefona cevap gelmeyince Ekin umutsuzluğa kapıldı. En sonunda mesaj bırakmasını söyleyen otomatik kayıt devreye girince kararsız kaldı Ekin. Otomatik kaydın haber verdiği sinyal sesini duyunca da panikleyip telefonu kapattı. Sonrasında da son günlerde unuttuğu gözyaşları tekrar akacak mecrasını sessizce buldu.

Altüst olmak ve umutsuzluğa düşmek…

Son iki kişi de uğurlanıp kapı arkalarından kapandıktan sonra derin bir nefes aldı. Sudan çıkmış balık duygusu böyle anlarda daha bir bastırıyordu. Ne yapacağından emin olamamak iyice kaygılandırıyordu onu. Kaygılandıkça da daha bir ne yapacağını bilmez hale geliyordu. Bir diğerini tetikleyen döngüsel bir sürece girmişti ve bu durumdan nasıl çıkacağını bilmiyordu. Kocası bunalımdaydı. Bu kadarını bunalımın ne olduğu konusunda azıcık fikri olan biri bile söyleyebilirdi. Malumu kendine kaç defadır ilan ettiğini bilmiyordu. Bildiği malumu ilan etmek yerine durumu değiştirecek bir adım atması gerektiğiydi.

Kapıyı kapatmasına rağmen elini kapıdan çekmediğini fark etti. Mehmet dayısıyla yengesini uğurlamaya çıkmamıştı bile. Yengesi sessizce Mehmet için kaygılandığını söylemişti Berna’ya. O an yengesinin iyi niyetle konuşmuş olduğunu bilmesine rağmen kızmaktan kendini alamamıştı Berna. Sinirlerinin zayıfladığını hissediyordu. Bu kadar kolay sinirlenmemesi gerekiyordu. Onun güçlü olması lazımdı. Sıklıkla onun yerine de güçlü durmayı başarmış kocası için güçlü olması lazımdı. Dayısı kapı eşiğinde onlara ihtiyacı olursa hemen bir telefon etmesini söylemişti. Cenazeden sonra bir hafta onlarla kaldıktan sonra artık evlerine dönmenin vakti geldiğine karar vermişlerdi. Sami Dayı’nın kız kardeşinin ölümünden sonra ne kadar üzüldüğünü biliyordu. Hastanede ölüm haberini aldıklarında suratının sapsarı kesildiğini görmüştü. Yanı başındaki duvardan dayanak almasa ayakta duramayacağını fark etmişti Berna. Oysa Mehmet’in herkesten kötü hali kimseye rahatça yas tutma hakkı tanımamıştı. Mehmet’in bunu yapmaya hakkı olmadığını düşündü. Bencilce kimseye üzülme fırsatı vermiyordu kocası ve Berna buna kızıyordu sanki.

Çalışma masasına dirseklerini dayamış başını iki avucunun arasına sıkıştırmış düşünüyordu. Hayatının kontrolünü elinde tuttuğu için kendiyle için için gurur duyardı ama şimdi kontrol etmek denen kavram yabancılaşmıştı. İşine kaldığı yerden devam etmek bir çözüm olabilir diye düşünmüştü ama bunun hata olduğu daha ilk hastasıyla ilgilenirken -ilgilenmeye çalışırken- ortaya çıkmıştı. Aylin’in kaygılı gözlerle ona baktığını fark edince hastalarla ilgilenmenin hata olduğunu fark etmişti. Sahi, Aylin’in doğum izni alması konusunda anlaşmamışlar mıydı? Hangi tarihte izne ayrılacağını kararlaştırmışlardı, hatırlayamadı. Konsantre olup yapması gereken her iş bir işkenceye dönüşüyordu son günlerde. Bu sebepten etrafındaki herkesten uzak durmaya çalışıyordu. Etraftaki insanlara ilgisini yoğunlaştırması gerekiyordu ama Mehmet bunu yapmakta oldukça zorlanıyordu. Herkesten kaçmak en kolay yol gibi göründüğü için bu şekilde hareket ediyordu. Dayısıyla yengesini uğurlamaya bile çıkmamıştı bu yüzden.

Kapının tıklatıldığını ve kendisine seslenildiğini duydu. İçeri girmek için izin istiyordu Berna. Soğuk bir tonla “gir” diye karşılık verdi. Sanki kendisi okul müdürü, Berna da suç işlemiş öğrenciydi.

“Dayınla yengen çıktılar.”

“Biliyorum.” diye cevap verdi Mehmet. Berna sesi çıkmadan “peki” dedi ve düşünceli şekilde dışarıya yöneldi ama son anda kararını değiştirip Mehmet’in yanına gitti. Tam karşısında, aralarında duran çalışma masasına doğru eğildi. Bir eli masada diğer elinin parmak uçları ise masanın daha yan tarafında duran bilgisayarın monitöründe olacak şekilde eğildi hafifçe. “Senin için kaygılanıyorum.” diye konuştu duyduğu hüznü saklama gereği hissetmeden. Mehmet gereksiz olduğunu bilmesine rağmen “Kaygılanmak bir çözüm olmuyor ama.” demekten kendini alamadı. Berna boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. “Kendini benden uzaklaştırma lütfen.” dedi adeta yalvarırcasına ama karşılığında donuk gözlerle kendisine ifadesiz bir şekilde bakan kocasını görünce kendine olan güveni kırıldı. Boğazında düğümlenen o şeyin daha da büyüdüğünü hissetti Berna ve sessizce dışarı çıktı. Çıkarken de son bir defa Mehmet’e baktı. Başını masanın sağ tarafında, kendisine yakın olan köşeye çevirmiş boşluğa bakıyordu.

......

Ekin, Berna’nın kayınvalidesinin cenazesinden sonra Sarp’ı aramıştı ama cevap gelmemişti. Birkaç gün beklemesine rağmen Sarp’ın onu aramadığını görünce hiç olmazsa Mehmet’in annesinin vefat ettiğini haber veren bir mesaj bırakabileceğini, bunu yapmasının doğru olacağını düşünmüştü. Ne var ki Sarp telefonu açmadığı gibi telefonunun telesekreter servisini de kapatmıştı. İyice umutsuzluğa kapıldığı bir anda Berna ile dertleşmek umuduyla kafeye gitmişti ama kafeye adım attığında o gece sadece Yelda’nın olacağı aklına gelmişti. Yelda’yı normalden fazla düşünceli görünce yanına gidip boşta olan sandalyeye oturmuştu. Şimdi ise hâlâl aynı sandalyede oturuyordu ama karşısındaki yer artık boştu. Ekin de bir saatten fazla sürdüğünü tahmin ettiği dertleşmenin muhasebesini yapıyordu.

Sarp’ın cep telefonunu kaybettiğini, kendisine geçici bir telefon aldığını ve sonunda Türkiye’den telefon için gereken SIM kartının gönderildiğini öğrenmişti. Demek ki ona ulaşamamasının sebebi buydu. Gerçekleri bilmeden yaptığı spekülasyonlarda ne kadar karavana attığını fark ediyordu Ekin. Öte yandan Yelda ile Serkan’ın arasının da soğuk olduğunu öğrenmişti. Ayrıca görümcesinin Sarp’la kendisi arasında olanları eksik bildiğini öğrenmişti. “Hiç olmazsa şimdi her şey açığa kavuştu” diye düşündü Ekin. Yelda’ya ihtiyaç olunca kalkmadan önce sevdiklerini bir anda nasıl kaybedecekleri üzerine konuşuyorlardı ve Ekin “Onu ne kadar sevdiğini düşün ve ona göre hareket et.” dediğinde Yelda’nın düşünceye daldığını görmüştü. Ekin de ondan az düşünceli değildi.

Saatine baktığında Amerika’da saatin öğleden sonrayı geçtiğini düşündü. Hemen çantasından cep telefonunu çıkardı ve ezberindeki numaranın kısa yoluna bastı. Arkası arkasına çalan telefonu açan olmayınca telefonun telesekreteri devreye girdi.

“Sarp, ben Ekin. Lütfen beni ara, sanırım hâlâ haberin olmayan bir konu var. Lütfen beni ara. Lütfen...” Son sözleri söylerken sesinin tonu yalvarmaya dönüşmüştü neredeyse. Telefonu kapattıktan sonra gözleri Yelda’yı aradı. Onu bir masadakilerle ilgilenirken görünce yanına gitmekle onu beklemek arasında kaldı. Yelda’nın vücut dilinden anladığı kadarıyla masadakiler müdavimlerdi. Yelda masadan uzaklaşmak üzereyken şerefine kalkan kadehlere başını hafifçe eğerek teşekkür etti. Bunu fırsat bilen ekin yerinden doğruldu. Kalkıp eve gitmek istiyordu. Yelda’ya veda edip evin yolunu tutmak için uygun bir andı.

......

Gece yarısını çok az geçmiş bir saatte Mehmet yatağından sıçrayarak uyandı. Yanına baktığında karısını göremedi. Hızlıdan yataktan çıkıp oturma odasına gitti. Berna’yı televizyon karşısında otururken gördü ama gözü televizyonda değil de elindeki kitaptaydı. Zaten televizyonun sesi de tamamen kısılmıştı. Gördüğü rüyanın etkisinden tam kurtulamamışken “Yarın hastaneye gidip sana bir check-up yaptırıyoruz.” diye seslendi. Elindeki kitaba dalmış olan Berna yerinde korkuyla sıçradı ve korkusunu dindirmeye çalışırken kocasına şaşkın gözlerle bakmaya başladı.

“En beceriksiz doktor bile erken teşhisin ne kadar önemli olduğunu bilir. Yarın derhal sana tam check-up yaptırıyoruz. Her aşamasını kendim kontrol edeceğim bir check-up!” Berna denileni duyuyordu ama anlamını anlamakta zorlanıyordu.

“Bu da ner...” diye başlamışken Mehmet sert bir şekilde devam etti:

“Seni de iş işten geçtikten sonra tedavi etmenin yollarını aramaya niyetim yok!” Berna olanın nedenini anlamıştı. Hep bir süre sonra Mehmet’in toparlanma sürecine gireceğini umut ediyordu ama böyle davranışlar o “bir süre”nin hiç geçmeyeceğini düşündürtüyordu.

“Mehmet, ben iyiyim. Hiç bu kadar sağlıklı hissetmemiştim kendimi. Zaten evlendiğimizden beri ikimiz de sağlıklı yaşam için gerekenleri yapıyoruz. Sağlıklı besinler tüketiyoruz, spor yapıyoruz, stresten mümkün olduğu kadar uzak duruyoruz. Boşuna kaygılanıyorsun.” Sesi olabildiğince yumuşaktı ama Mehmet’in tepkisi ise o yumuşaklıktan olabildiğince uzaktı.

“Yarın o check-up yapılacak! Doktor olan benim, sen değilsin! Şimdi benimle tartışmayı bırak da ne kadar sağlıklı olduğunu öğrenelim!” Berna ilk defa kocasının öfkesinden korkmuştu. Gözlerindeki ateşi görünce oturmakta olduğu kanepenin kenarına tutundu farkında olmadan. İyice köşeye siniverdi. Mehmet ise karısının o şekilde sindiğini fark edince hafiften sarsıldı. Eli titreyerek yüzüne gitti. Çenesini avuç içi ağzını da kapsayacak bir şekilde sıvazladıktan sonra “Yarın hastaneye beraber gideriz.” deyip yeniden yatak odasına döndü.

......

Yatağında bir o yana, bir bu yana dönüp duruyordu Ekin ama gözüne uyku bir türlü girmiyordu. O sırada çalan telefonla irkildi. Gecenin karanlığında parlayan telefonun ekranında gördüğü fotoğraf kalp atışlarının hızlanmasına sebep oldu. Kaç zaman olmuştu kocasının sesini duymayalı, hatırlayamadı. Bir ömür gibi geldiği kesindi. Ekin bunları düşünürken telefonun çalmaya devam ettiğini fark etti. Hızlıdan telefonu açıp “Alo.” dediğinde sesindeki heyecanı gizleyemiyordu. Karşılıklı alolardan sonra bir sessizlik çöktü. “Aramamı istemişsin? Umarım çok geç bir saatte rahatsız etmemişimdir” diye sözü açtı Sarp.

“Yok, yok... Geç değil. Yatmıştım ama uyumamıştım henüz. Seni aradım çünkü sanırım haberin yok hâlâ. Telesekreterindeki bir mesajla da öğreneni istemedim. Mehmet’in annesi vefat etti geçenlerde. Arkadaşın olduğu için başsağlığı dilemek istersin belki diye düşündüm.” şeklinde cevap verdi Ekin. Doğruyu söylemesine rağmen eksik olan birkaç nokta vardı bu cevabında. Aramıştı çünkü kocasının sesini de duymak istemişti, örneğin.

“İki-üç hafta önce buradaydı. Konuşmuştuk. Annesinin hasta olduğundan bahsetmedi.”

“Zaten aniden ölmüş Zeliha Hanım. Mehmet Amerika’dayken... Çok kötü oldu, inanamazsın Sarp.” Ekin’in sesi Mehmet’in haline acıdığını belli ediyordu. Sonra yine sessizlik çöktü. İkisi de özel konulara girmekten korkuyorlardı. Oysa ikisi de diğerinin nasıl olduğunu öğrenmek için meraktan ölüyorlardı. Ekin çekingen şekilde “Se... sen nasılsın?” diye sordu.

“İyiyim, yani iyi sayılırım.” diye cevap verdi Sarp, biraz da aceleyle. Ekin’in sorusunu duyar duymaz aynı soruyu karısına sorma fırsatı yakalamıştı ve bu fırsatı kaçırmak istemiyor, bir an önce sormak istiyordu. “Ya sen?” diye sorduğunda ise “Ben de fena sayılmam.” diye cevap verdi Ekin ve ardından üçüncü sessizlik çöktü. Bu defa sessizliği bozan Sarp oldu.

“Belki de buraya boşuna gelmemiş olacağım. Belki de holdingin büyük kayıp yaşamasını engelleyebileceğiz.”

“Sevindim.” dedi Ekin ve bu söylediğinde samimiydi. Sarp’ın orada geçirdiği süreyi işleri yoluna koymak için harcadığını duymak ve bunda da başarılı olmasının olası olduğunu öğrenmek Ekin’i gerçekten sevindirmişti.

“Senin son dönemin nasıl gidiyor? Derslerin filan...”

“Sen gittikten sonra bir süre dersleri boşladım ama şimdilerde daha iyi gibi. Zaten görüştüğüm pek kimse de yok. Ben de boş zamanımı kütüphanede geçiriyorum.”

“Serpil’e ne oldu?”

“Artık görüşmüyoruz.” diye sessizce cevapladı Ekin. Sarp da benzer tonda “anlıyorum” diye cevap verdi.

“Ekinciğim, benim TABA(2) başkanıyla yemeğe çıkmam gerekiyor. Kapatmak zorundayım. İyi geceler.” Farkına varmadan gülümsemeye başlayan Ekin “Sana da iyi geceler... şey, yani akşamlar.” diye karşılık verdi. Telefonu kapatırken Sarp’ın güldüğünü duyunca ise içini bir sevinç kapladı. Telefonu elinden bırakıp başını yastığa koyduktan sonra artık sağa sola dönmüyordu. Bir süre karanlık odasında holden içeri sızan ışığın aydınlattığı tavana baktı ve mutlu şekilde gözlerini kapattı ve çok geçmeden de huzurlu bir uykuya daldı.

......

Yelda’nın aklından Ekin ile konuştukları çıkmıyordu. Özellikle de sevdiklerini hiç beklemediğin anda kaybedebilme ihtimali... Yelda’nın aklına hemen ölüm gelmişti çünkü Berna’nın kayınvalidesinin cenazesinde aklından tam da bu geçmişti. Ancak kafedeki konuşmada öğrendiklerinden sonra Ekin’in ölüm dışındaki bir kayıptan bahsettiğini düşünüyordu. Ne var ki kaybın nasıl olduğu önemli değildi. Kayıp, kayıptı sonuç itibariyle. Sessizce Erhan’la Orhan’ın odasına girdiğinde gördüğü karşısında gözlerindeki yaşları tutamadı. Odanın iki yanındaki yatağın ortasındaki alana çekilmiş koltukta uyuyakalmış Serkan’ı görünce o yaşların akmamasını sağlayamamıştı. Belli belirsiz horlayan kocasının yanından geçip ikizleri sessizce öptükten sonra koca bebeğini de aynı şekilde öptü. Yerinden sıçrayarak uyanan Serkan’a eliyle sus işareti yaptıktan sonra “Hadi gel, odamıza gidelim.” diye fısıldadı. Şaşkın şaşkın ona bakmasına rağmen Serkan denileni yaptı. Ufaklıkların odasından çıktıktan sonra Yelda “Özür dilerim.” dedi. Uykusu daha bir açılmış görünen Serkan ise “Asıl ben özür dilerim.” diye karşılık verdi.

“Seni çok seviyorum. Buna rağmen yanlış yapmaktan kaçınamıyorum, özür dilerim Yelda.”

“Koca bebeğim, ben de sana aşırı tepki verdiğim için üzgünüm. Belki de gereğinden fazla uzattım. Kalbinin doğru yerde olduğunu biliyorum. Belki sonuçlar hep iyi olmuyor ama niyetin hep iyi.”

“Ben senin koca bebeğin miyim yani?”

“Eh, küçük çocuklar bile senden daha aklı başında hareket ettiklerine göre olsan olsan koca bebek olursun.” diye cevap verdi Yelda ve ardından güldü. Serkan yatak odasının kapısını kaparken Yelda’nın omzuna hafifçe dokunarak karısını kendine doğru çekti. Uzanıp onu öptükten sonra Yelda, “Ben de ne zaman beni öpeceğini merak ediyordum.” dedi.

Yeniden düzenleme…

“Nerede bu? Aradığında istediğini niye bulamazsın?”

Berna son defa Kadın-Doğum doktoruna gittiğinde yapılan testlerin sonuçlarını çalışma odasında, kitap raflarının altındaki çekmecelerden birine koyduğunu biliyordu ama hangi çekmece olduğunu bilmiyordu. Ancak iki gün geciktirebilmişti Mehmet’in check-up yaptırmaları gerektiği kararını. İki gece önce gece yarısında söylediği kadar sert değildi belki ama o geceden daha az ısrarcı olmamaya devam edince sonunda kabul etmek zorunda kalmıştı. Belki bir etkisi olur diye “Ya sen?” diye sormuştu en son ve bu soru ikisinin de check-up yaptırmasına karar verilmesiyle sonuçlanmıştı. Şimdi ise son rutin kadın-doğumcu ziyaretinde yapılan testleri bulmaya çalışıyordu. Doğal olarak Mehmet’in ısrarı sonucu... Aradığını bulmakta başarılı olduğu da söylenemezdi. Tam o sırada kapı zili çaldı. Günlerdir insanlarla yüz yüze gelmeyen kocasını kapıya göndermek için doğruldu ve “Mehmet, şu kapıya bakıver.” diye seslendi. O sırada gözü çalışma masasının üzerindeki kâğıtlara takıldı.

Masanın başına gidip koltuğa oturdu ve eline kâğıtları aldı. Şimdi daha iyi anlıyordu neden o kâğıtları bulamadığını. Bütün test sonuçları masanın üzerindeydi ve yanlarında da Mehmet’in kalınlık konusunda Guinness Rekorlar Kitabına girmek için yarışan kitaplarından birinin açık olduğunu gördü. Açık olan kitabın üzerinde ise bir karalama kâğıdı vardı ve kâğıtta “Berna” başlığı altında bir sürü rakam ve tıbbi terimler karalanmıştı. Kitaptaki işaretli yerlere bakarken başka bir kâğıt daha gördü. Bu kâğıtta ise “Daha detaylı öğren!” başlığı altında bir sürü Latince terim gördü. Başlıkta azıcık anlayabildiği tek kısım “hastanın hormonsal deviasyon gözetimi” oldu. Annesini iyileştirmek için ne kadar çalıştığını biliyordu. Şimdi ise karısını kaybetmekten korkuyordu Mehmet.

Berna dirseklerini çalışma masasına yaslayıp iki eliyle başını tuttu ve sonra şakaklarını ovmaya başladı. Mehmet’in karaladığı iki sayfa ise iki dirseğinin arasında duruyordu. Bir şey anlamasa bile o kâğıtta tam bir doktor el yazısıyla yazılmış sözcüklere bakıyordu. Aralık kapıdan Mehmet’in girdiğini duymamıştı. Ancak masanın yakınlarına geldiğinde fark edebildi kocasını. Başını kaldırıp baktığında ise Mehmet’in yüzündeki ifadenin cenaze sırasındaki ifadeyle neredeyse özdeş olduğunu gördü. Korkuyla yerinden fırlayıp Mehmet’in yanına koştu. O sırada “Ne oldu?” diye soruyordu durmadan. Son anda Mehmet’in elindeki mektubu gördü. Mektubu almak için uzanırken mektup zarfıyla birlikte yere düştü. Mehmet’in elleri Berna’ya doğru uzandı ve onu sıkıca kavradı. Berna ne olduğunu anlamaya çalışırken kocasını sıkıca kucakladı. O sırada Mehmet’in gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Önce yavaşça ve sessizce dökülen yaşlar yerini hıçkırıklara bıraktı. Ölüm haberini aldığından beri tek gözyaşı bile dökmemiş olan Mehmet sonunda içinde birikeni boşaltmaya başlamıştı ve şimdi ilk defa annesinin arkasından ağlıyordu.

Berna yerde duran mektuptaki el yazısını tanımasa bile “sevgili oğlum” kısmını okuyunca mektubun kimden geldiğini anlardı. Dakikalar sonra, çok dakikalar sonra, Mehmet sakinleştikten sonra Berna mektubu okuyacaktı ve Mehmet’in neden ağladığını daha iyi anlayacaktı.

“Sevgili oğlum,

İsterdim ki öldükten sonra ölümüm için kendini suçlamamanı söyleyebileyim. Bunun olamayacağını biliyorum ve bu sebepten bu mektubu yazıyorum. Olanlarda, hastalığımda senin suçun yok. Babanın bile suçlu olduğundan emin değilim. Ondan çektiğim işkenceleri engelleyemediğin için bunlar başıma geldi sanıyorsun ama yanılıyorsun.

Küçük bir çocukken bile babanın gazabını kendi üstüne çekip beni korumaya çalışırdın. Artık beni koruman gerekmiyor. Seni azat ediyorum. Anneni kırma. Derhal kendini suçlamayı bırak ve hayatını yaşa. Tüm o kaybedilmiş yıllarının acısını çıkar. Seninle daha da gurur duymamı sağla.

Seni çok seviyorum oğlum...

Annen Zeliha”

(1) Gözleri yaşlı, yaslı, gözyaşı dökme (Latince)

(2) TABA: Turkish-American Business Association (Türk-Amerikan İşadamları Derneği)

0 yorum:

Template Designed by Douglas Bowman - Updated to Beta by: Blogger Team
Modified for 3-Column Layout by Hoctro